bir sabah böcek olarak kalkacağımı düşünüp durdum Kafka okuduğumdan beri. gerçekten böcek olursam nasıl bir böcek olurum diye hayal bile ettim. kafamdaki bana benzeyen böcekle karşılaşmadım henüz ama karşılaşsam işte bu diyeceğim kadar yakın tanıyorum. biraz sarı karıncaya, biraz yengeç yavrusuna biraz arıya biraz da ağustos böceğine benzeyen bir böcek. hiç olur mu demeyin? bence olur.
çok büyüdüm ya, bizim çocukluğumuzda internet yoktu diye başlayan bir konuşma yapabilirim artık (oh be). upuzun geçen günlerde ödev yapmak bana hiç zor gelmezdi, hatta oyun gibi gelirdi. şimdi olsa internette oylanaırdım. çok açık. ama yoktu işte. sokak vardı, oyunlar vardı. kışın o da yoktu. kendimize oyun uydururduk. en sevdiklerim; bulutları bir şeylere benzetmek, patlamış mısırları bir şeylere benzetmek, duvardaki izleri bir şeylere benzetmek.. mesela gökyüzünde koca bir böcek görebiliyorsun ya da sevimli bir ayı. tamamen sana kalmış her tür uğraşı müthiş haz verici. ne görmek istiyorsan onu görüyorsun ve sonra gördüklerin sen oluyor.
büyüdükçe bulutlardan biraz uzaklaştım, kent hayatı deyip kurtulasım yok. hepsi benim suçum. ihmal ettim ve biraz küstürdüm. şimdi gönlünü almaya gitmeye niyet ettim.
insan bir şeyden uzaklaşırken başka şeylere de yakınlaşabiliyor. bulutlar yerine kahve telvesinden medet ummak gibi. sürekli bir şeyler görme çabası. işin aslı hayalini, kendini başka bir yerde görme arzusu bu. ne düşünürsen, o bulut olup yükseliyorsun yani. ya da dibe çöküp sıkıntı oluyorsun. yollara düşüp atıyorsun her şeyi. sonra yine bulut oluyorsun da "gözümüz kapılarda kaldıkça daralır içimiz, gitsek kırarız korkusu kalsak rahat değiliz." diyor şükrü erbaş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder