Pages

11 Mayıs 2015 Pazartesi

"ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır"

İlk önce T. terk etmişti beni. Ne anlama geldiğini o zaman anlayamamıştım. Çünkü terk edilmenin sadece sevgili tarafından yapılan bir eylem olduğunu ezberlemiş gibiydik. Ergen olduğumuz ve bunun da inkarında olduğumuz günlerdi. Saatlerce Konur sokakta Ezgi Çay evinde çay içerdik paralarımız bitene kadar. Hayata dair ne varsa ortaya konurdu. Parasız pulsuz sokakları arşınlamayı Ankara'nın her bir sokağını yeniden keşfetmeyi görev edinmiştik. Sevgili edinmeyi "becerememiş" üç kız arkadaş, üç yakın dost olarak kente yönelmiştik. Ankara'yı seviyorduk, sevgili gibi. Yeni bir huyunu bulup mutlu oluyorduk. Sonra birden kızıp başka kentlerin özlemini de kurabiliyorduk. Başka kentler genelde kitaplarda vardı. O bilinen gençkız dergilerinde kaslı sevgilileri değil satır aralarında yeni bir heyecan aradığımız günlerde, güneş batmıyor gibiydi. Uzun zamanlarımız ve uzun sohbetlerimize okuma ve yazmaya ilgi duyan her üniversite öğrencisi gibi dergi çıkarmak da eklemlenmişti. Uzunca bir süre bu fikirle uyuyup uyandık, uzun uzadıya mesajlaştık. İnternetin çok yaygın olmadığı ve smslerin pahalı olduğu dönemlerdi. Bazen çaldırıp kapattık ve bazen internet kafeleri mesken edindik. Aynı şehirde ama farklı üniversitelerdeydik. Ve sonra bu macera önce politik ayrışmalara sonra karakter ayrışmalarına dönüştü. Büyümüştük.



Bir gün T. bizi bir mektupla terk etti. Hem de altından kalkamayacağımız suçlamalarla. Kaç defa okuduk mektubu. Bağzı cümleleri hala aklımda. Ve elbette hiçbirine cevap yazmadık. Ben ve arkadaşım onun konusu açıldığında bağzen uzaklara baktık, bağzen sustuk ve bağzen yine ve defalarca anlayamadık neden terk edildiğimizi. Eğer anlam yerini bulmuyorsa eylem boşlukta kaybolan bir şeye dönüşüyor. Nereye koyup hangi arşivde saklayacağını bilemiyorsun. Bütün zamanlara yayılmak isteyen  bir koku olarak belki, seninle seyahat etmek istiyor.

Hiç haber alamadık ondan, almadık da. Başka bir şehire okumaya gitti. Hiçbir sosyal medya hesabı bile bize birbirimizi önermez oldu. Yaşanan bütün yakınlıklar, sırlar, ağlamalar, uzun günler nereye gitmişti? Terk edilmenin ağırlığı kalbimizin hangi tarafında yerleşmişti? Hangi kitabı en son okuyup hangi mısrayı paylaşmıştık? Yazışmalarımızı dönüp okuyamaz olmuştum ve fotoğraflarımıza bakamaz. Geçenlerde tesadüfen bir yazışmamıza denk geldim ve ekteki bir fotoğrafa. Yağmur olmayan bir Ankara gününe ait. Ve bizim elimizde bir şemsiye açık. Kendimizi hangi yağmura karşı korumak istediğimizi hatırlayamadım. Yüzümüzdeki gülümsemeyi de. Terk edilmek iste.. Bütün detayları da alıp götürebiliyor.

Ve tesadüf bu ki; bu yazıyı düşünürken, beni birkaç T'nin de terk etmiş olduğunu anımsadım. Biri ilkokul sıra arkadaşım. Beşinci sınıftan sonra kayıplara karıştı. Hiçbir yerde ve öyle habersiz ve öyle hayal mayal ki benim için. Diğeri ise paylaştığımız çocukluğa inat beni terk etti.Bütün güzel hayallerimize rağmen. Hayatı o kadar yabancı ki.. Benim arkadaşım bu değildi diyorum her görüşümde. Seslenemiyorum, nasılsın diyemiyorum.

şimdi, atlantiğin ortasında bir adada terk eden dostlarıma kadehimi kaldırıyorum! Umalım. İyisinizdir.

20 Mart 2015 Cuma

mor çanta

Mor bir çantanın, düşünün ki ucuz ve küçük,  içine neler sığar? Her gün büyük bir su şişesi sığdırıyorum. Ve sonra pek çok şeyi sığdırmayı denesem de çoğu zaman almıyor. Bir defter, bir kitap ve Ankara'dan gelen büyük bir boşluk. İçine hiçbir şey sığdıramadığım büyük bir boşluk. Sırtımda ordan oraya taşıdığım, açmaya cesaretim olmayan o kocaman deliğin, kara deliğin adını bile anamadim aylarca. Hani çantaya atıp unutmak istediğiniz bir fotoğraf, belki bir  mektup belki de anısı olan bir kalem. Arada gözünüzün takıldığı biraz üşengeçlik biraz da gönüllü bir isteksizlikle yanınızdan ayırmadığınız bir eşya gibi. İçinde binlerce cümle, binlerce gülümseme ve binlerce hüzünlü sessizlik var. Yani, yazmaya kıyamadığınız aklınızın her köşesine sirayet etmiş bir öykü gibi.

Mor cantanın içinde boşluğu daha bir boşluk yapan defterden hiç bahsetmeyim diyordum ama şu an fermuarın kenarından ellerini uzatarak bahsetmem için baskı yapıyor yahut oraya değil bu sanal beyazliğa yazdığım için biraz da kızıyor. Evet, sevilla'nın orta yerinde, güneşin altında pek çok kez çıkarıp yoldaşlık ettim ona ancak öyle nankörüm ki ve asĺında korkak, yüzleşemedim onunla. Dertleşemedim. Hayatımdan kayıp giden, babamı bir daha nasıl göreceğimi soramadım. Onunla birlikte yitip giden evimizin mavi salonunu, televizyon kumandasını, beşiktaş terliğini, en son beraber aldığımız koyu gri montunu, sıcak tutup tutmadığını soramadım. Kavanozlarin kapağını her zaman nasıl açtığını, elini kestiğinde canının neden acımadığını ve biz üşürken neden onun neden hiç üşümediğini soramadım.

şimdi birkaç cümleye sığınarak deniyorum:

Mor çantamda ben çok üşüdüm baba, o  büyük boşlukta ölesiye üşüdüm. Defterime, kitabıma, sevdiğime üşüdüm. Yanına son geldiğimde, karlar altında bir şubat sabahında, ūşūmek bile anlamsızlaştı. Bunu yazamadım, bunu konuşamadım, bunu boşluğuna koyamadım.

Yer açılır diye belki çantamda mektubunla dolaştım günlerce, adına büyümek mi denir adina gam mı onu da bilemedim. Anlayabildiğim tek şey artık, bütün ölümleri içimde bir yerimde taşıdığım: hepsi erken, hepsi kederli hepsi yanımızdan ayıramadığımız boşluklarımız, sırtımızda ağırlık.